İlham Verenler

Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi Kimdir?

HAYATI

İLK TAHSİLİ
1869 yılında Tokat’ta dünyaya gelen Mustafa SabriEfendi, öğrenimine de memleketinde başlamış, 10 yaşına geldiğinde de hafızlığıbitirip, İslâmî ilimlerde de Zûniyezâde Ahmed Efendi‘den icâzet almıştır. Ondan sonra Kayseri’ye giderek Hacı Torun Efendi‘nin talebesi
ve damadı olan meşhur Divrikli Mehmed Emin Efendi‘nin derslerine devam etmiş ve icâzet almıştır.
İSTANBUL’DAKİ TAHSİLİ
Bir müddet sonra da İstanbul’a gelerek meşîhat-ı İslâmiyye’de ders vekili Gümülcineli Ahmed Âsım Efendi ile Mehmed Âtıf Efendi‘nin talebesi olmuş ve icâzet almıştır. Daha sonra da Hocası Ahmed Âsım Efendi’nin kızı Ulviye hanımefendi ile evlenmiştir.
Henüz 22 yaşında iken Rüûs imtihanını kazanarak, Fatih Camiinde ders okutmaya başlayıp 50 kadar talebeye de icâzet vermiştir. Mustafa Sabri Efendi bununla ilgili olarak Ali Ulvi Kurucu‘ya şunları söylemiştir:
“Tokat’tan Kayseri’ye, Kayseri’den İstanbul’a geldiğimde yirmi iki yaşında idim. Burada medresede okuyan bir ağabeyim vardı. Derslere girmeye başladım. Hepsini anlıyordum.
Ağabeyim bana, usul-i fıkıhtan, akaidden, mantıktan zor sualler sorardı. Allah’ın izni ile hepsinin cevabını verirdim. O da bana: “Ben bunları hocalardan anlayamıyorum. Sen hepsini biliyorsun. Daha ne zamana kadar talebe kalacaksın. Ruus imtihanına gir, müderris ol” diye ısrar ederdi. İmtihana girdim. Müderris oldum. Ders vermeye başladım.”
VAZİFEYE BAŞLAMASI
1896 yılında Beşiktaş Âsâriye Camii imamı oldu.
1898 yılında II. Abdülhamid‘in katıldığı huzur derslerine en genç üye sıfatıyla iştirak eden Mustafa Sabri Efendi, bu derslere 16 sene devam etmiştir.
Mustafa Sabri Efendi çok geçmeden Sultan Abdülhamid’in kütüphanesine, Yıldız Sarayı’nda müdür olur. Sarayda on yılını geçiren Mustafa Sabri Efendi, burada Divan edebiyatı ile de meşgul olmuştur. Yine bu sıralarda Köse Niyazi Efendi‘den kıraat ilmine dair dersler almıştır.
Bir dönem Silistre müftülüğü de yapan Mustafa Sabri Efendi, II. Meşrutiyet basınında farklı zamanlarda Peyâm-ı Sabah, İkdam, Te’sisat ve Alemdar gibi mevkutelerde yazılar yazmıştır.
MEŞRUTİYET ZAMANLARI
1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilânından sonra ise Tokat mebusu olarak Meclis-i Meb’ûsan’a girmiştir.
O sıralarda Cem’iyyet-i İlmiyye-i İslamiyye‘nin reisliğine seçilir ve yine bu cemiyetin çıkardığı Beyânül Hak dergisinin başmuharrirliğini yapar. Yakın tarihin en önemli neşriyatlarından olan bu dergi tam 182 sayı devam etmiştir.
Mustafa Sabri Efendi, İttihat ve Terakki cemiyetine muhalif olur ve daha önceden Miralay Sadık Bey ve arkadaşları tarafından kurulmuş olan Hürriyet ve İtilâf Partisi‘ne katılır. Onlara katılmasının nedeni ise, yeni bir parti kurup da tefrikaya sebep olmamaktır.
Mustafa Sabri Efendi bir müddet sonra, partiye girdiği için çok pişman olur ve partiden ayrılır. Ali Ulvi Kurucu‘ya bu konu hakkında şunları söylemiştir: “Azizim, biz İttihatçıların tuttukları yolu beğenmeyip şikâyet edip ayrılıp onlara muhaliftir, daha iyidir zannedip
yanlarına gittiğimiz arkadaşlarımız, meğer yine aynı İttihatçı zihniyetin
insanları imişler. Sadece, İttihatçılara bir düşmanlıkları var, o kadar. Yoksa
düşünceleri ahlâkları hep aynı…”
1913 Bâb-ı Âli baskını, iktidarın sert tutumu ile İttihat ve Terakki Partisi’ne mensup olanların kendisinin peşine düşerek öldürmeye teşebbüs etmeleri sonucu Mustafa Sabri Efendi’nin başı, İttihatçılarla ciddi manada derde girmiştir. Başından geçen o üzücü olayları kendisi şu şekilde anlatır:
“Bir gün İttihatçıların bizim evi basıp beni tevkif edecekleri haberini aldım. Yatsıdan sonraydı, kapı çalındı. Yağmurlu bir geceydi. Fatih Çarşamba’da oturuyorduk. Ben hazırdım. Küçük kızım, kapıya cevap verdi. Beni sordular; “Babam evde yok” dedi. Gelenler, “Kızım, baban ikindiden sonra eve geldi. Bir daha çıkmadı. Biz evi tarassud ediyoruz. Belki sen görmemişsindir; evin altına, üstüne bir bak” dediler; eve girmediler.
Ben hemen, ailemin ve büyük kızımın yardımıyla dama çıktım. Evimizin arka tarafında bir kereste tüccarının deposu vardı. Avlusu da kereste doluydu. İçeride bir nöbetçi genç kalırdı. Beni soranlar, kızım tekrar, “Evde yok” deyince, içeri girdiler, evi aradılar. Dama bakmak
akıllarına gelmedi. Evden çıkıp gittiklerini gördüm. Fakat tekrar eve dönüp girmeyi münasip bulmadım. Yandaki binanın damına çıktım. Yanmayan, geniş bir bacası vardı. Tepesini açtım. Yukardan aşağıya, bacadan yarı indim, yarı düştüm…
Ben bacadan aşağı çatır çutur inince, çocuk korktu, kısık lambayı açtı, bana baktı, tanıyamadı, bağırmaya başladı. “Oğlum, korkma, ben komşu hocayım, bağırma!” dedimse de fayda etmedi. “Kim olursan ol, illâ çık! Sen bir yerden kaçıyorsun. Benim başıma belâ getirme. Odadan çık!”
Çocuk beni odadan çıkardı. Yağmur da yağıyor. Allah Allah ne iştir bu başıma gelenler! Neyse, tahtaların altında, kuytu bir yer buldum; oraya sindim. Sabah ezanlarını bekliyorum. O zaman herkes sokağa çıkınca, ben de çıkacağım. Şimdi belki bir gözetçi koymuşlardır, diye düşünüyorum.
Yahu geceler de, ne uzunmuş! Edebiyatta ibret alınacak ne beyitler vardır… İnsan ancak başına gelince anlıyor.
Şeb-i yeldâyı muvakkitle müneccim ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat.
Gecelerin uzun mu kısa mı olduğunu, takvimi yapanlar, yıldızlara bakıp vakti hesaplayanlar bilmez. Onlar, “Şu kadar saattir” der, gidip uyurlar. Sen onu, dertliye, hastaya, kaçana,
saklanana, hapistekine sor…
O ağaçların, kerestelerin altında geceyi geçirdim. Sabah oldu. Dışarıda ayak sesleri duyulmaya başladı. Avlunun dış kapısını açtım, dışarı çıktım… Yakındaki bir medresede talebelerim kalıyordu. Oraya gittim. Hemen abdest alıp namazımı kıldım. Burada bir hafta kaldım.
Bizim eve birini gönderip hem sağlık haberimi ulaştırdım, hem de, emin dostumuz bir bakkal vardı, ona çamaşır bırakmalarını, aldıracağımı söylettim. Bir hafta sonra, baktırdım, hâlâ beni arıyorlardı. Tanınmış birçok muhalif de tevkif olunmuştu. Türkiye’de duramayacağımı anladım. Komşumuz bir tüccar vasıtasıyla, Romanya’ya gidecek bir vapura bilet aldırdım. Vakti gelince gizlice sahile inip bir kenardan kayıkla vapura çıktım. Aramalara karşı, kömürlüğe inip saklandım. Kaptanla öyle anlaşma yapılmıştı. Denize açılıp Türkiye karasularını geçtikten sonra, giyindim; sarığımı sarıp güveryete çıktım.
O sırada, Romanya Kralı Karol, Bükreş’te bir cami yaptırmıştı. İstanbul’dan da bir heyet, caminin açılışına gitmekte imiş. Onlar da güvertede idiler. Mahmud Esad Efendi ile Yeraltı Camii İmamı Hafız Ali Efendi de vardı. Esad Efendi, açılışta Fransızca konuşma yapacak, Ali Efendi de Kur’ân-ı Kerim okuyacakmış…
Onlar beni görünce, heyete dâhil olduğumu zannettiler. Rıhtımda neden görüşmediğimize hayret ettiler. Ben de hiç renk vermedim”
Romanya’ya giden Mustafa Sabri Efendi, orada da boş durmamış, hizmetlerine devam etmiştir. Kırım’dan gelen Tatar gençlerine usul-i fıkıh ve belâgat okutmaya başlar. Daha sonra ailesini de yanına aldıran Mustafa Sabri Efendi’nin durumu tam iyiye gitmekte iken, I. Dünya savaşında müttefikimiz olan Alman ordusu Bükreş’i işgal edince, İttihatçılar da Mustafa Sabri Efendi’yi yakalayıp hapse götürürler. Bir süre Romanya’da hapis yatar. Daha sonra da İstanbul’a, oradan da Gemlik’e götürürler. Mustafa Sabri Efendi yaşadıklarını şu şekilde anlatır:
“… Bir zaman sonra, beni aldılar, İstanbul’a doğru yola koyulduk. Mahkemeye çıkacağız. Yanıma muhafız, iki zabit verdiler. İkisi de öyle kibar, öyle insan, öyle efendi ki, subayın da böylesi olur muymuş!”
İSTANBUL’DA İDAM TEHDİDİ
Derken İstanbul’a vardık. Zabitler bana sordular:
“Efendim, sizi Meclis’e mi götürelim, yoksa Harbiye Nezareti’ne mi? Rey sizin… Nereye isterseniz, oraya götüreceğiz.”
Düşündüm. Meclis’e götürseler, Talât Paşa oradadır. Benimle alay edecek: “Hoca nedir bu hâl? Değer miydi bunlara? Seni biz hoca olarak görmek isterdik. Nedir bu siyaset, nedir bu hâl?” diyecek. Benimle alay edecekler.
Enver ne kadar saf ise, Talât da o kadar, zekidir, şeytandır.
Talat’ın istihzası, bana, Enver’in vereceği idam kararından daha ağır geldi.
“Harbiye’ye götürün, oğlum” dedim.
Harbiye Nezareti’ne geldik. Birisi benimle kaldı. Diğeri içeri gitti… Tam beş saat bekledik. Gitti gelmez… İbriğim elimde, onunla abdest alıp vakti giren namazları kılıyorum.
Bu zaman zarfında bana, askerî mahkeme kuruyorlar ve beni idama mahkûm ediyorlar kanaati geldi.
DÜNYAYA VEDA NAMAZI
Azizim o beş saat içinde, ben ölümü gördüm. İnsan, “Allah’ı görür gibi ibadet etmek” manasına gelen “ihsan”a riayet ederek ibadet etse, tefekkür etse, günah mı işleyebilir? Gaflete mi düşebilir?
O beş saat zarfında, gözümün önünden, neler geldi, neler geçti? Hayatta neler yapılmak lâzım imiş de, yapılmamış. Fırsatlar değerlendirilmemiş… Bunlar hep insanın gözünün önünden geçiyor.
GEMLİK SÜRGÜNÜ
Beş saatlik o bekleme sırasında, idam olunma ihtimali kuvvetlendikçe, öyle düşündükçe, insanın üzerine, baygınlık gibi bir hâl geliyor. Âleminiz değişiyor… Bir, meleklerin gelip de gözünüze görünmesi kalıyor… Artık huzur-i İlâhî’ye çıkmak, meleklerin suale çekmesi kalıyor…
Ben o âleme dalmış gitmişken, beş saat sonra, neyse o genç zabit geldi:
“Hocam, Sinop’a mı, yoksa Gemlik’e mi gitmek istersiniz, diye soruyorlar” dedi.
Meğer, hakikate aralarında epey müzakere, münakaşa etmişler. Enver şöyle demiş:
“Bu adamı idam etmeye kıyamam. Mücadelesini inancı, fikri uğruna yapıyor. Yalnız bu günlerde, buralarda durmasın. Bir yerlere sürelim. Sorun bakalım: Sinop’a mı, yoksa Gemlik’e mi gider?” Ben, Gemlik’i seçtim.”
Gemlik’teki mecburî ikamet kararının daha sonra kaldırılması sonucu İstanbul’a döner ve Süleymaniye Medresesi’nde Hadîs-i Şerif müderrisliği yapmaya başlar.
ŞEYHÜLİSLÂM OLUŞU…
Aynı yıl yani 1918 senesinde kurulan Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye âzâlığına tayin edilir, Hürriyet ve İtilâf Fırkasının iktidara gelmesi sonucu 4 Mart 1919 tarihinde I. Damat Ferit Paşa
kabinesinde Şeyhülislâm olur. 6 Haziran 1919’da Paris Konferansı’na giden Damad Ferid Paşa‘nın yerine Sadrazam vekilliği yapar. Bu sırada Mustafa Kemal‘in Sultan Vahdeddin ta­rafından geniş yetkilerle Anadolu’ya gön­derilmesine karşı çıkar fakat buna engel olamaz. Mustafa Sabri Efendi, aynı yıl kabinenin düşmesi üzerine Âyan (senato) azalığına atanır.
Cemiyet-i Müderrisîn‘in başkanlığını da yapan Mustafa Sabri Efendi’nin kuruldaki arkadaşları arasında; Ermenekli Mustafa Safvet, İskilipli Mehmet Âtıf ve Bediüzzaman Said Nursî‘de vardı. Fakat kısa bir müddet sonra bu görevinden ayrılır.
1920 senesinde II. Damat Ferid Paşa kabinesinde ikinci defa şeyhülislâmlığa getirilir
ve Şûrâ-yı Devlet reisliğine vekâlet eder. Sevr Antlaşması’nın şartlarını görüşmek üzere Pâdişah tarafından toplanan Şûrâ-yı Saltanata katılmış ve antlaşmanın imzalanmasını savunanlar arasında yer almıştır. Ayrıca Anadolu’daki Millî Mücadele hareketine karşı tedbirler alınmasını önerir. Teklifi kabul edilmeyince ve bazı hususlarda kabine âzâları ile anlaşamadığından yine aynı yıl görevinden istifa eder.
“Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, aslında istiklâl hareketine karşı değildi. Karşı gibi olup, son pâdişah Sultan VI. Muhammed Vahdettin Han ile büyük dikkat göstererek istiklâl mücâdelesine ve mücâdelenin merkezi Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne el altından büyük yardımlarda bulunuyordu. İşgal altındaki İstanbul’da, işgal kuvvetleri tehlikesi olduğundan, doğrudan istiklâl hareketini savunamıyor ve yardım yollayamıyordu. Doğrudan olması payitahtta nice felaketlere sebep olabilirdi. Ancak Mustafa Sabri Efendi ve oğlu İbrahim Sabri, İttihat ve Terakki Cemiyeti‘ne mukâvemet gösterdikleri için Cumhuriyet’in ilânından sonra 150’likler arasında yer almışlardı. [150’likler, Kurtuluş Savaşı sonrası mal varlıklarına el konularak Türkiye’den sürülen insanlara verilen isimdir.]”
DÖNMEMEK ÜZERE HİCRET…
Tüm bu olaylar sonucunda Sultan Vahdeddin, Türkiye’yi terk etmek için İngiliz işgal kuvvetlerinden bir gemi ister. Mustafa Sabri Efendi ve ailesi de bu gemi ile Türkiye’den ayrılmışlar. Gemide Mustafa Sabri Efendi’den başka, Zeynelabidin Efendi, Filozof Rıza Tevfik, Refik Halid ve bunların aileleri de bulunuyormuş. Pâdişahla birlikte İskenderiye’de gemiden inerler fakat orada onları çok acı ve talihsiz bir olay beklemektedir. Ali Ulvi Kurucu bu olay hakkında: “Oradaki Türk konsolosu, artık Ankara’nın emriyle mi, yoksa kendi işgüzarlığından, yeni idarecilere hulûs çakıp, bir mevki kapmak veya saltanatçı olmadığını böylece ispat edip yerini muhafaza etmek için midir, artık bilinmez; ayak takımından birilerini toplayıp bunlar rıhtıma inerlerken, üzerlerine çürük yumurta ve
domates attırmış…”
diye Hatıralarında anlatmaktadır. Devamı şöyledir:
“Böyle nahoş bir şekilde İskenderiye’ye inip yerleşirler. Burada otururlarken, o zaman artık Hicaz Meliki diye söylenen, asi Mekke Emiri Hüseyin, pâdişahı ve yanındakileri Harameyn’e davet eder.
“Yalnız başınıza, garip olarak İskenderiye’de kalmaktansa, Mekke-i Mükerreme’ye, Medine-i Münevvere’ye buyurun” der. Bir de hususi vapur gönderir. Bu teklif kabul edilir ve heyet hep birlikte vapura binip Cidde’ye vâsıl olurlar.”
Heyet Arabistan’a yerleşir fakat Mustafa Sabri Efendi daha sonraları orada kalmayı mahzurlu görür. Mustafa Sabri Efendi bu konu hakkında:
“Şüphelendim. Bir teşebbüs var. Başımıza bir çorap örülüyor, bir tuzak kuruluyor.
(…) İngilizler, bize ikinci bir darbe vurmaya hazırlanıyorlar. Şerif Hüseyin’e halifeliği ilân ettirecekler. Hem dünün halifesi ve hem dünün şeyhülislâmı olarak, bizler de onun misafiriyiz, minnettarıyız ya, biz de onu kabul etmek zorunda kalacağız.
Böylece İslâm dünyasında bir fitne daha çıkacak. Bir halife İstanbul’da Abdülmecid Efendi, bir halife de burada, artık derdiniz bin olacak.”
Bunları söyleyen Mustafa Sabri Efendi, Sultan Vahdeddin ile konuyu konuşup, hep birlikte oradan ayrılmaya karar verirler. Mustafa Sabri Efendi Türklerin yaşadığı Yunanistan’ın Gümülcine şehrine, Sultan Vahdeddin ise İtalya’ya giderler.
Ailesi ile birlikte Gümülcine’ye yerleşen Mustafa Sabri Efendi, orada oğlu İbrahim Sabri ile birlikte “Yarın” adında bir gazete neşrederek, İslâm dünya­sının yöneldiği Batılılaşma hareketini şid­detle eleştirmeye başlar.
Ali Ulvi Kurucu bu konu hakkında Hatıralarında şunları anlatır:
“Mustafa Sabri Efendi, Yunanistan’daki hatıralarından bahsederken, Gümülcine‘de bulunan Başmüftü Nevzad Efendi‘den sitayişle bahseder: “Bazen bir insan, bir ülkeye bedel oluyor” der, anlatırdı: “Müftü, kendisini Yunan hükümetine saydırmıştı. Hükümet baskı yapamıyordu. Müslümanlar üzerinde de tesiri kuvvetliydi. Kendisiyle görüştük. Böyle böyle bir gazete çıkaracağımızı söyledik. Hem kabul etti hem de elinden gelen yardımı yaptı. Bize ev, ayrıca gazete için yer temin etti. “Yarın”ı çıkarmaya başladık. O zat sayesinde devam da edebildik. Müftü Efendi, gazeteyi, sınırdaki çiftçiler, köylüler vasıtasıyla Türkiye’ye de sokuyordu. Bosna Hersek’e de gönderiyordu. Çok gayretli bir adamdı.
“Yarın”ı içeri girmesinden, dağılıp okunmasından, Türk hükümeti rahatsız oldu. Tenkitlerimizden hoşlanmadı. Bunun için Yunan hükümetiyle görüşmelerde bulundu.”
 “Bu gazete Ankara hükümetinin Yunanlılardan talepte bulunması üzerine kapanmaya mecbur kalmıştı. Mustafa Kemal Paşa ile Venizelos arasında yapılan antlaşma sırasında ileri sürülen isteklerin en başında bu gazetenin kapatılması şartı varmış. Ayrıca Sabri Efendi’nin hudut dışına çıkarılması da isteniyormuş.
Yunan hükümeti, Ankara hükümetinden daha insaflı davranarak, “dost bir devlete zarar verdiğinden dolayı” gazeteyi kapatmasını istemekle birlikte, sınır dışı etmemiş. Ancak Atina’da oturmasını şart koşmuş. Bunun üzerine Hoca Efendi:
“Yunanistan’da yapılacak işimiz kalmadı” diyerek, bir Müslüman ülkeye gitmek istemiş. Fakat hiçbirinden vize alamamış…
Şöyle diyor: “Birkaç ay süren bu sıkıntılı
zamanda, beni bir korku sardı. Atina’da ölürsem, beni nereye gömecekler? Bir
şeyhülislâm, Hıristiyan mezarlığına mı gömülecek? Bu birkaç ay, ömrümün en
felâketli zamanı oldu. Çok evham ettim…”
Bu sırada beklenilmeyen bir şey de olmuş: Hükümetin baskısını ve Sabri Efendi’nin Yunanistan’dan ayrılmak üzere olduğunu duyan Yunan kilisesi ileri gelenleri, kendisini ziyaret ederek, hükümetin buna hakkı olmadığını ve dava açmasını ve kendilerinin ona destek olacaklarını bildirmişler. Sabri Efendi şöyle diyor ki:
“Bu yola başvursaydım, belki kalabilirdim. Ama nereye gömüleceğim endişesi beni çok rahatsız etmişti. Ayrılmak için teşebbüslerime devam ettim. Mısır, Şam, Bağdat ve daha Müslüman bilinen hükümetlere yazıp müracaat ettim. Hepsinden “özür mektupları” geldi. İsteğimi yerine getiremedikleri için özür beyan ediyorlardı. Tekrar yazdım:
“Yahu, Müslümanların şeyhülislâmına bir lise pase veremeyecek kadar acz içinde iseniz, o köşelerde ne diye oturuyorsunuz? Sizler, devlet başkanı, hükümet reisi değil misiniz? Bu kadar acz içinde misiniz? Ölürsem nereye gömüleceğim? Diye korkuyorum. Bir şeyhülislâmı, şu kadar yüz milyonluk bir Müslüman dünyasının şeyhülislâmı ölecek de gâvur kabristanına gömülecek, bunun mes’uliyeti, ârı, namusu kime aittir? Ne oturuyorsunuz o köşelerde?” dedim.”
Sonunda çaresiz kalan Mustafa Sabri Efendi, oğlu İbrahim Sabri ile birlikte Mısır konsolosuna giderler. Mustafa Sabri Efendi Arapça, İbrahim Sabri Bey ise Fransızca olarak dertlerini anlatırlar. Durumdan etkilenen konsolos: “Ya Mevlâna. Bu hâl Papa’nın başına gelseydi,
Hıristiyan dünyasının alâkası bugün ne olurdu acaba? Bu ne zillettir yahu. Bütün mes’uliyeti ben üzerime alıyorum. İsterlerse bu vazifeden beni atarlar, isterlerse hapsederler; siyasi cinayet işledim diye asarlar… her şeyi göze alarak, size lise pase veriyorum…”
diyerek büyük bir üstünlük ve cesaret göstererek Mustafa Sabri Efendi’ye yardım eder.
Hayatı çilelerle dolu olan Mustafa Sabri Efendi 1922 senesinde ailesi ile birlikte Kahire’ye yerleşir. Bu artık O’nun son hicreti olmuştur, fakat sıkıntılı günler bitmez. Kahire’de de çok zor günler geçirirler. O zor günleri Ali Ulvi Kurucu şöyle anlatıyor:
“Hoca Efendi ve oğlu İbrahim Bey, aileleriyle birlikte Mısır’a giriyorlar. Mısrul Cedîde mahallesinde bir ev bulup yerleşiyorlar. Fakat maddî sıkıntı var. Mustafa Sabri Efendi, ilk birkaç ayı nasıl geçirdiklerini, ne yiyip içtiklerini anlatırdı. Şikâyet etmez, anlatırken gülerdi.
En ucuz şey, bir çuval kuru fasulye almışlar. Başka bir şey alacak paraları yok. Tencereleri de yok. Bir çaydanlıkları varmış. Fasulyeyi bu çaydanlıkta kaynatıp pişirip yiyorlar. Sonra yıkayıp çay yapıyorlarmış. Birkaç ay böyle geçirmişler. Sonra İbrahim Bey, bir Ermeni kunduracıya çırak olmuş.”
Bu zor günlerin üzerine 6 Şubat 1924’te Mustafa Sabri Efendi’nin dersiâmlık maaşı kesilir ve 1 Haziran 1924’te de vatandaşlıktan çıkarılır.
Vatandaşlıktan çıkarılan Mustafa Sabri Efendi şu mısraları kaleme alır:

“…Bir acîb haber;
Karakuşlar karar vermişler beri ıskâta tâbiiyyetden.
İşidib kahkaha ile güldüm ben.
Ve teşekkürler etdim işte… fakat
Beni ıskât edenler etmiş halt…
Haydi oradan şaşkın-ı ızâm
Sizi çok bildiğim için tanımam.
Çook geç kaldınız… Beyhûde
Zahmet etmişsiniz şu mes’elede
Sizin olsun karanlık Enkaranız
Bana Metbû’ olur mu hiç dinsiz
Bir hükûmet, ne haddi var zaten?
Ona tâbi değilim evvelden,
Buna âsârım elde şâhiddir;
Tâbiiyyet telaşı zâiddir.”

Hayatının son 32 yılını Kahire’de geçiren Mustafa Sabri Efendi, dinî ve ilmî hizmetlerini orada da sürdürüp ders vermeye devam etmiş ve birçok da eser telif etmiştir.
VEFATI
Dine hizmet adına yerinden yurdundan olan, sürgün hayatı geçiren Mustafa Sabri Efendi, çilelerle dolu bir ömür geçirmiş olmasına rağmen hiçbir zaman bundan şikâyet etmemiştir.
7 Recep 1373 (12 Mart 1954) yılının Mi’rac sabahı Kahire’de Rahman’a kavuşmuştur.

Benze Yazılar

Bir Cevap Yazın

Başa dön tuşu