Müzik ve Sporda Putlaştırma
Müzik ve Sporda Putlaştırma
Ahmed Kalkan
Futbol denen oyun içinde ,Oyuna tevhid penceresinden bakış
İki aydır medya denilen sözlü, yazılı ve görsel iletişim araçlarında “şike” kelimesi kullanılmadan bir haber sunumuna rastlamıyoruz. Bizim dilimizde olmayan “şike” kavramı: Bir çıkar karşılığı anlaşma ile bir maçın sonucunu değiştirme, danışıklı spor karşılaşması yapma” olarak tanımlanabilir. Spor müsabakaları ve özellikle futbolla birlikte Batının o alandaki kavramları, o kavramlarla birlikte onların hayat anlayışı, o anlayışla birlikte ahlâkî dejenerasyon eşantiyon olarak gelir. Spor ve özellikle futbol, maalesef çok ciddi problemleri de beraberinde getirmiştir. Batıdan gelen hiçbir şey, gösterildiği gibi masum değildir, hepsinin az veya çok yan etkileri vardır. Bu şike vesilesiyle vakitleri boşa geçirme, gruplaşıp düşmanlık, fanatiklik aşırı bağlılık, holganlık denilen çevreye ve insanlara zarar vermeye eğilimli taraftarlık, kavgacılık, kin, öfke, kumara âlet etme gibi çirkinlikleri de içeren futbolun tevhid penceresinden bakılıp tahlil edilmesi gerekmektedir.
İçi boş şeyleri yüceltmenin, boş şeyler peşinde koşmanın tipik bir örneğidir futbol. Hani kimi yörelerde atasözü gibi tekrarlanan bir tekerleme vardır: “İçi hava, dışı deri; arkasından koşar yirmi iki serseri” diye. Arkasından koşanların kimi, spor yapıyordur veya iş icabı koşuyordur; o yüzden bu tekerlemeyi şöyle değiştirmek daha uygun olur: “İçi hava, dışı deri; arkasından bakar yirmi iki milyon serseri” ya da dünya çapında olayı değerlendirirsek; “… iki milyar serseri.” Evet, insanımızı, boş şeylerle avutup uyutmak, tâğutların klasik yöntemi. Toplumları serserileştirme rolünü futbol üstleniyor; çağdaş toplumların afyonu, uyuşturucusu. Her biri usta birer illüzyonist olan egemen güçler, futbol ve benzeri eğlencelerle halkı hipnoz ediyorlar. Gözleri bağlanmış, başka bir şeyi görüp düşünemeyen halk sürüleşecek, çoban rolündeki kurtları fark edemeyecektir. Meşhurdur: İspanya’yı 1935-1975 yıllarında tam 40 yıl yönetmiş olan General Franco; “bu kadar uzun yıllar iktidarda nasıl kaldın?” diyenlere bu işin sırrını şöyle açıklamıştı: “Üç F sayesinde; halkı üç F ile meşgul ettim…” Üç F dediği şeyler: Futbol, Fiesta (eğlence), Femenino (kadın). Evet, çağdaş yönetimler iktidarlarını halkı müzikle, sinema ile, TV., internet, atari, playstation türü eğlencelerle gütmenin dayanılmaz hafifliğini sergiliyor. Bunlara, at yarışları ve başına milli kelimesini bile eklemekten çekinmedikleri piyango diye adlandırdıkları her çeşit kumarı da eklemek gerekiyor. Ama bütün bu problemlerden daha fecisinin, anaç ve doğurgan olanının top olduğunu kabul etmek gerekiyor. Halkı top kafalı yapmaya çalışıyorlar. Köşeli düşünemeyen, her şeyi göbekleri gibi yuvarlak olan, içi boş olan anlamında mecâzî anlamda top kafalı olduğu kadar, gerçek anlamda da top kafalı; yani kafa görüntüsünde omuzlarının üstünde bir top taşıyan varlıklar, toptan başka bir şey düşünemeyen toplaşmış kafalar…
Dünyanın öküzün üzerinde durduğunu söyleyenler hâlâ var mı bilmiyorum; eğer bir zamanlar böyle söyleniyor idiyse, bu söz, mecâzî anlamda kullanılıyor, öküzün temsil ettiği çiftçiliğin önemi vurgulanıyordu. Şimdi, bu anlamda dünya paranın, kadının üzerinde duruyor dense yanlış olmaz; ama daha da vahim gerçek o ki, dünya artık topun üzerinde duruyor. O yüzden iki yuvarlağın üst üste durmasındaki hassas dengelerin zorluğundan ötürü her alanda sarsılmalar ha bire sürüyor. Hatta, devamlı artan futbol sevdasına bakıp bir adım daha ileri giderek diyebiliriz ki: Dünya top haline geldi, ya da top dünya haline. “Top”tan oluşmuş bir dünya içinde yaşamak zorunda bırakılıyoruz. Ve böyle bir dünya bizim fıtratımıza ve inancımıza tümüyle ters geldiği için yabancılaşıyoruz, dünya bize yabancılaşıyor. Büyük toplulukları bir araya sadece top toplayabiliyor artık. Sabah-akşam “top”tan başka bir şey konuşmayan top kafalı insanlara neyi nasıl anlatacaksınız? Dünyaya top gözlüklerinin arkasından bakan insan, top oyunundan başka ülkesinde ve dünyada yıkıcı güçlerin hangi oyununu görecek, şeytanın hangi oyun ve hilesini sezecek? Hani S. Kuper’in meşhur sözüdür: “Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir.” Bu oyunun içinde ve çevresinde öyle oyunlar var ki…
Bir namaz vaktinde bir büyük câmide kaç kişi Allah’a ibâdet için toplanabiliyor, bir de maç zamanında stadyum denilen bir tapınakta kaç kişi bir araya geliyor? Maça gidemeyen yüz binlerin (hayır, milyonların) TV.lerin içine girecekmiş gibi kendini kaptırarak izlemeleri… “Bu nasıl sevgidir, nasıl huşûdur, nasıl gönül verip bağlılık sergilemedir?” gibi soruları “ibâdet/tapınma” kelimeleriyle ancak açıklayabilirsiniz. Maçta trans hali diyebileceğimiz şekilde kendinden geçme, başka bir kimliğe soyunma, takımında ve takım taraftarlığında fenâ bulup yok olma, fenâ fi’l-futbol olma halidir. Hırsızlar, önemli maçları büyük bir fırsat biliyormuş, en kolay hırsızlık derbi denilen maçlarda oluyormuş. TV.lerde naklen yayınlanan maç saatlerinde, ev halkı kendilerini öyle kaptırıyorlar ki, oturdukları odaya hırsız girip ceplerine elini uzatsa farkında olmayacaklar. Yanındaki karısını, çocuğunu maç ânında göremeyen adam, hırsızı nasıl görecek ki… Ve Allah duygusu, hayatın anlamı, yaratılış gâyesi, cennet-cehennem… kimsenin umurunda olmuyor; yani şeytan adlı hırsız, böyle bir gafletteki insanın gönlünden öyle önemli şeyleri çaktırmadan çalıyor ki… Milli pilli maçlar da ayrı bir problem. Milsiz maçlara ilgi duymayan nice abdestli-namazlı insan bile milli (aslında ulusal demek gerek, millî “dinî” demektir) maç olunca “yıkılası düzen” dediği devletin kutsallarına putperest insanların mantıksızlığıyla sarılabiliyor, namazında ve varsa cihadında tadamadığı heyecanı yaşıyor. İnsanların millî hisleri nasıl galeyana getiriliyor millî maçlarda. Son İsviçre maçı bunun küçük bir örneği. Sanki savaş, sanki Allah için cihad var ve kendi takımı hakkı, karşı takım da bâtılı temsil ediyor. Çocuklar bile oyun oynarken bu kadar kavga etmezler, ne de olsa oyundur deyip geçerler. Sahi, futbol bir oyundan ibârettir değil mi? Oyundan zevk alanlar da çocuklar ve çocuk akıllılar. Ama, oyunu hayatın merkezine almak, kulluk görevlerini unutup oyunu ibâdet/tapınma haline getirmek gibi feci durumları çocuklukla filan izah etmek mümkün değil; bunlar şeytan işi pisliklerdir.
Ahlâka verdiği zararlar, sporcu ahlâkının ne seviyede olduğunu sporla içeriden ilgilenenler iyi bilir. Bundan daha yaygını bir futbol klübü taraftarlığının, özellikle de fanatikliğin ahlâka olumsuz etkileridir. Televole türü programlar bunun TV.lerden yansıması ve yaygınlaştırılması demek oluyor. En uysal bir vatandaş tipinin bile maçlarda, ağza alınmayacak küfürler ettiğini, karşı takıma ve onun taraftarına, bazen de hakeme karşı ne kadar agresif tutumlar aldığını bilmeyen mi var?
Bağnazlık da böyle başlıyor: Takımı her ne pahasına olursa olsun tutmak, suçu hakeme veya başka şeylere yüklemek… Üç-beş yaşındaki çocuklar bile fanatik bir taraftar yapılıyor. Artık bayanlar da takım tutuyor. Duyuyoruz kendisine dünürcü gelen bazı kızlar, dâmat adayı rakip takımı tuttuğu için, sırf bu gerekçe ile evlenmek istemiyor. Evlerde baba-oğul arasında olduğu gibi, anne-kız arasında da taraftar tartışmaları yaşanıyor.
Olayın Müslümanın Akaidine Verdiği Zarar
Bütün bu problemlerin en büyüğü olayın akaid yönüdür, İslâm inancına verdiği zarardır. Dâvâsı olmayan insanların dâvâsı, dini olmayan insanların dini olmuş futbol. Allah’ı tek ilâh kabul etmeyenlerin ilâhı, gerçek dinden uzak olanların sanal ve sahte dini halini almıştır futbol. Açlık hisseden bir bebeği yalancı meme ile ve oyuncakla oyalayan bakıcı gibi, gerçek dinden uzaklaştırdıkları ve çocuklaştırıp oyun ve oyuncaklarla meşgul ettikleri vatandaşları yapay dinlerle oyalamak tâğut adlı bakıcıların klasik tavırlarıdır. Futbolun bu konuda çok büyük rolü olduğu değerlendirilmelidir.
Kimlik haline geldi, taraftarlık şeklindeki âidiyet anlayışı. “Elhamdü lillâh müslümanım” der gibi, bir takımın taraftarlığıyla övünüyor artık yeni nesiller. Kişiler, tuttuğu takımın boyasına, rengine girip takımıyla kişiliğini bulmakta. Anket yapılsa, kendinizi hangi kimlikle tanımlarsınız diye, “filan takım taraftarı” sözü herhalde birinci sırada yer alır.
Allahu ekber’in futbol diline kâfirce tercümesi şeklindeki “En büyük filan takım, başka büyük yok!”sloganı ağızlarda cıvık sakız gibi dolaşmaya devam ediyor. “Filan takım sana tapıyoruz”; “Haftada bir sana tapmaya geliyoruz.”; “Yenmeye, yenmeye, yenmeye geldik. / Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik.”; “Mutluluk iki kale ve bir toptur. / Bundan başka cennet yoktur.”; “Sen bizim ilâhımızsın”; “Sen bizim için her şeysin.”; “Biz bu klübün iyileşmez hastasıyız.” “Bu maçı alacağız, başka yolu yok. Burası Arena (Saracoğlu, İnönü), buradan çıkış yok.”; “Bu stad filan takım için cehennem” gibi sloganlar/sözler. Yani elfâz-ı küfür ve ef’âl-i küfürler. Elfâz-ı küfürle ilgili kitap yazan yazarlar, futbol tapınaklarında ya da gazetelerin her yıl arttırdığı futbolla ilgili sayfalarında öylesine bol malzeme toplarlar ki…
Günümüzde futbol evrensel bir dünya dini halini almıştır. Alınıp satılan cinsten baldırı çıplak râhiplerin icrâ ettikleri âyinler, geleneksel dinî törenlerin yerini almıştır artık. Toplumların en saygın ve en kutsal kişileri kabul edilmektedir klüplerde top oynayanlar. Farklı ülkelerdeki top cambazları, bir futbol azizi, bir evliyâ, bir yarı tanrı kabul edilmektedir. Başarıya ve güce tapmanın, sevdiği takımın meşhur oyuncusunu bir ilâh gibi görmenin en tipik göstergesi olmuştur futbol. Yüceltip dünyalara sığdıramadığı futbol “yıldız”ını rüyasında, hayalinde, düşünce ve konuşmasında en kutsal yere koymak; hele bir bayansa onunla neleri düşünüp hayal etmek… Bunlar, futbolu günümüzdeki şekliyle bir din olarak değerlendirmeye yeterlidir. Mânevî boşluğu gerçek dinle doldurup aç gönüllerini ibâdetle beslemeyen insanlara uyutucu, uyuşturucu, teskin edici bir din sunulmaktadır. Kutsal olan şeylerle bağlarını kesmiş insanlara müteâl/aşkın duygu verecek modern kutsallar gerekmektedir. İşte bu ihtiyaca cevabı düzenler ve egemen çevreler, futbolda görüp göstermektedir. Futbol esiri haline gelmiş top kafalı gençlerin, kendi taktıkları isim ile adına “futbol ilahları” dediği yüce insanları bir-iki saat yakından görmek için maddî ve mânevî nice fedâkârlıklara katlanarak kavurucu sıcak, dondurucu soğuk, yağmur, fırtına demeden saatler öncesinden, hatta bazen gece yarılarında statların kapılarına sığınmaları “din”den başka nasıl izah edilebilir? Düzenler ve tâğutlar için, kendi koltukları ve zulüm icraatları yönüyle tehlikesiz bir din lâzım; seküler bir din. “Hangi din mensupları günümüz dünyasında en çoktur?” cinsinden bir soru, “futbolseverler” kavramı olmadan doğru cevaplanamaz. Dünyanın en fazla taraftarı olan ideolojisidir futbol. Bugün Birleşmiş Milletler’in 186 üyesi var; Paris’te 1904 yılında kurulan Uluslar arası Futbol Federasyonu demek olan FİFA’nın ise 198. “Dinin ne?” sorusuna cevap veremeyecek yaşta ve kültürde bir çocuğa sorun bakalım: “Hangi takımı tutuyorsun?” diye, nasıl bülbül gibi şakıyacak, hemen nasıl bir heyecanla neler anlatacak?! Goool sesi, ezan sesinden, Kur’an kıraatinden daha tatlı geliyor yeni nesle. Futbolseverliğin ahlâkî, sosyal, felsefî, kültürel sonuçları var, ama esas sorun inanca etkileri. Futbolseverlerin, yaşadıkları gibi, sevdikleri gibi inanmaya başladığını görüyor, giderek futbolperest olduklarını ve bazı putları devirmenin çok daha zor olduğunu anlıyoruz. Çokça para olsaydı günümüz gençlerinin cebinde, kendi gönüllerine sorsunlar, Mekke’ye Kâbe’yi seyretmeyi mi, yoksa Dünya kupasının oynandığı ülkeye gitmeyi, ya da ne bileyim, şampiyonlar ligi maçlarını canlı olarak seyretmeyi mi tercih ederlerdi? Günümüz gençliğinin kaçta kaçı hangi tercihi yapardı dersiniz?
Put; kişinin Allah dışında hayatının amacı kıldığı maddî, mânevî, somut veya soyut her şeydir. Putçuluk herhangi bir şeyi dünyanın merkezine almak, bir şeye aşırı önem vermektir. Bir şeyi endâd edinip Allah’a benzetir şekilde onu yüceltmek, sevgide aşırı gitmektir. Allah’ı bırakıp birtakım armaları, sloganları, bayrakları, heykelleri, önemli görünen bazı insanları, meselâ futbolcuları, futbolu yüceltip bu değerler uğruna çokça fedâkârlıklar yapıp malını, zaman veya enerjisini seve seve harcamak o şeyi putlaştırmak demektir. Futbol fanatikliğinde bunların eksiksiz bulunduğunu görmek zorundayız. Öyle huşû ile sahadaki âyine kaptırıyor kendini izleyici ki, namaz kılan bir mü’minin o kadar kendinden geçmesi çok zor. Öyle konsantre oluyor ve yapılan âyin, ruhunu öyle etkiliyor ki, âyin sırasında değişik bir insan oluyor. Sloganlarla, marşlarla kendinden geçiyor. Gol olunca ona cennet müjdesi gibi geliyor. Karşı takım goller atmışsa, küfürler savuruyor, hırçınlaşıyor, saldırganlaşıyor, canavarlaşıyor. Top denilen bir yuvarlak meşin parçasının büyüsüne bakın siz! Ey top sen nelere kadirmişsin! Hayır, top değil kadir olan, top karşısında bu kadar küçülen, âcizleşen, edilgen hale gelenler top kölesi zavallılar, kendi alçaldıkları en alt seviyedeki pencerelerinden bakınca topu yüce bir mâbud gibi görüyorlar. Kıymetli saatlerini, hatta günlerini onun yolunda feda etmekten çekinmiyor, uğrunda mallarını infak ediyor, takımlarının gönüllü askeri olmayı Allah’ın askeri olmaya tercih ediyorlar. Totemleri çağrıştıran aslan, kartal, kanarya gibi simge ve maskotları yüceltip çağdaş ikonları gönlüne yerleştirerek bunlarla rûhî tatmine ulaşıyorlar. Özel makamlarıyla ilâhî okur gibi bir coşkunluk ve içtenlikle amigo denilen müezzinler organizatörlüğünde icrâ edilen slogan ve marş şeklinde toplu zikirler, toplu top âyinleri…
Fanatizm/fanatiklik, bir inanca, partiye veya kuruluşa çok aşırı bir coşku ve ölçüsüz bir tutkuyla bağlanmanın adıdır; fanatik de buna âlet olan insanlara verilen isim. Futbol maçlarına baktığımızda maçla ilgilenenlerin belki yarısından çoğunun fanatikleştiğini, takım tutma dalgasının kişiyi farkında olmasa da kısa bir zaman içinde fanatiklik sahillerine sürüklediğini görüyoruz. Artık bu bağnaz futbolperestler, takımları yense de yenilse de kendini gerilmiş bir ok gibi hissetmekte, maç sonunda yaydan boşalarak statta ve sokakta her türlü taşkınlığı yapabilmektedir. Fanatikliğin, endâd edinmek ve putperestlik gibi kavramlarla ilişkisini söylemeye gerek var mı, bilmiyorum.
Futbol, fanatizmi ve şiddeti besler, insandaki canavarlığa meyilli rûhu (nefsin bu yöndeki hevâsını) açığa çıkarır. Niye demir parmaklıklarla ayrılır stad denilen arenalarda seyircilerle oyuncular? Bir oyun, eğlence ve spor için böyle bir tedbire niye gerek duyulur? Cevabı basit: Her futbol maçı, bir oyun ve eğlence olmaktan çok bir savaştır; maç adlı karşılaşmalar, fî sebîli’l-futbol bir cihaddır. Eskiden savaşlarda toplar atılırdı, düşmanlar topla mahvedilirdi. Şimdi de düşman kabul edilen rakibi yenmek için top tepiliyor. Eskiden toplar düşmanların kalesine düşünce bu zafer alâmeti sayılırdı, şimdi de karşı tarafın kalesine topu ulaştırıp gol atılarak zafer elde edilmiş sayılıyor. Hele ulusal maçlarda sözgelimi Yunanlılarla maç yapıyorsa Türk takımı, olay her vatandaşın gönlünde nasıl bir anlam kazanıyor! Futbol denilen bu savaş, başka uluslar için olduğu gibi, özellikle “cengâver” bir toplum olan Türk halkı için daha büyük bir cihaddır. Maç denilen modern savaş, doğuştan asker doğduğuna şeksiz şüphesiz iman edilen Türk gençliğinin askerî duygularının ortaya konulma sahnesidir. Savaş sahasında 11 kişilik ordu, teknik direktör denilen komutanlarının verdiği plan doğrultusunda kıran kırana çarpışır. Onlara destek veren tribünlerdeki çarpışmalar da buna eklenir: “Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik…” diye tempo tutularak savaşa yardımcı olunur. Karşı ordunun mânevî gücünü zayıflatmak için “bir baba hindi” diye başlayan nâralarla hücuma destek verilir ki, düşman askerin savaşacak morali kalmasın. Savaş, hep dış güçlere karşı olmaz; içeride de düşmanlar/rakipler vardır. Onlara karşı da iç cihad aynı ruh ve heyecanla, ibâdet ve âyin coşkusuyla ortaya konulur. Eskiden ecdât, kılıçlarla savaşırmış, o ecdâdın asil torunları da sırf atalarının yolunu sürdürmek için (diğer silahlardan önce) döner bıçaklarıyla savaşa katılır. Savaş olur da yaralananlar, ölenler olmaz mı? Futbol adlı bu evrensel savaşta da yaralananlar, futbol şehidleri(!) olur. 17 Eylül 1967’de Kayseri-Sivas maçında 40 kişi öldü, 600 kişi yaralandı. 20 Ekim 1982’de Moskova’da oynanan bir maçta 340 kişi öldü. Brüksel’deki maçta İngiliz holiganları 39 kişiyi öldürdü. 15 Nisan 1989’da İngiltere’deki bir maçtaki olayların bilânçosu 95 ölü, 200 yaralı. 13 Ocak 1991’de Güney Afrika’nın Okney şehrindeki maçta 40 kişi öldü, 50 kişi yaralandı. 16 Haziran 1996’da Zambia’da Sudan’a karşı alınan galibiyeti kutlarken 15 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. 16 Ekim 1996’da Guatemala ile Kosta Riko arasında oynanan ulusal maçtaki izdihamda 83 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bu listeyi uzatmak mümkün; 2005 yılındaki Türkiye-İsviçre maçındaki olaylar gibi onlarca savaş sahnesi hatırlanabilir.
Senelerdir hep bir maça gitmek istemişimdir. Biraz da, tümüyle ağarmış sakalımdan çekinmiş olmalıyım ki, bir türlü gerçekleştiremedim bu arzumu. Yok, yanlış bir şey yapmış olmayacağım için sakalımdan utanmak değil bu; başkaları benim niye maça gittiğimi anlayamayacağı için, onlara kötü örnek olmak korkutmuştur beni. Siz de mi futbol büyüsüne kapıldığımı, maç heyecanını yakından tatmak istediğimi düşündünüz yoksa? Evet, maça gitmek istiyorum; futbolu değil, futbol seyredenleri seyretmek için. On binlerce insanın ibâdet coşkusuyla doldurduğu bu çılgın âyin esnâsındaki değişimleri görmek, huşû ile kendinden geçenleri, sevinenleri, üzülenleri, ama bütün bunları cân u gönülden yapan kalabalıkları gözlemlemek için. O toplum topu seyretsin, ben de onların topunun top için nasıl toplandığını, top karşısında topluca nasıl hopladığını, topyekûn bir cemaat haline gelip toptan topu nasıl yücelttiklerini seyredeyim ve dersler çıkartayım. Onlardaki coşku kadar coşkunun müslüman topluluklarda niye olmadığını anlamaya çalışayım. Öyle gönülden “gooool” sesi çıkıyor ki, en radikal kabul edilen cemaat mensuplarından çok heyecan verici bir durumda bile “Allahu ekber” sesi bu denli yürekten çıkmıyor. Onlar heyecanlarını, taşkınlıklarını sokaklara kadar nasıl taşıyabiliyorlar da müslüman gençler onlar kadar sevgilerini, diriltici mesajlarını böyle dışa yansıtıp haykıramıyorlar. Bu nasıl bir inanç, nasıl bir teslimiyet, nasıl bir bağlılıktır ki, tevhid eri cemaatlerde bile yoktur? Bütün bunları daha iyi anlayıp karşılaştırabilmek için maç denen âyindeki atmosferle fenâya ulaşmış kimselerden ibret almak için maç atmosferini gözlerimle görmek istiyordum. Çünkü ibâdet psikolojisinin câmilerden daha çok, stad adlı tapınaklarda ortaya çıktığını düşünüyorum. Sevgi, bağlılık, kendinden geçme, konsantre denen huşû, fedâkârlık, cemaat/takım ruhu, rakiplere/düşmanlara karşı birlik ve ortak tavır gibi birçok yönden, câmi cemaatinin futbol cemaatinden öğreneceği, örnek alacağı çok şey olmalı.
Evde oturuyor veya bir yerde derse katılmışsınız, ya da ne bileyim cemaatle namaz kılıyorsunuz. Birden bir gürültü, sanki yer yerinden oynuyor… “Deprem mi oluyor, yine ihtilâl mi oldu?” gibi soruların cevabını ararken, az sonra durum açığa çıkıyor: Gol olmuş, gol; falan takım filan takımın kalesine gol atmış. Anlamayan kaldı mı şu iletişim denilen fitne çağında bilinmez ama, anlamayan bir ihtiyar sorar: Ne demek oğlum gol? Daha konuşmasını yeni öğrenmiş 5 yaşındaki torun dedesine öğretmenlik yapar; “dede, sen de ne kadar câhilmişsin! Hem gol deyip geçme…” diye anlatmaya başlar. Bunun ne kadar hayatî öneme sahip olduğunu; hele gol atanların filan takım olduğunu, ha bire izlediği TV.lerdeki maç profesörlerinden, gazetelerin yarısını kaplayan spor sayfalarından veya futbol için özel olarak hazırlanan gazetelerden, arkadaşlarından edindiği o kadar bilgi vardır ki… Dede nihayet anlamıştır: Üç tane direğin arasından içi hava dolu yuvarlak bir meşin parçasını bir delikanlı teperek geçirmiştir. Anlamıştır ama, bütün bu olanlara, sokaktaki gürültülere, atılan tabanca kurşunlarına bir anlam verememiştir: “Evlâdım biz yirmi yaşlarımızda tüfeklerimizi düşmana karşı…” diye anlatmaya başlar. Bu sefer de “barış, Avrupa’daki dostlarımız, Dost ve müttefik Amerika, Avrupa Birliği” gibi masallarla büyüyen çocuk dedesini anlayamamaktadır.
Hindistan’da, kendisine tapınılan inek, caddeye yatmışsa, kimse bu tanrıyı rahatsız edemeyeceği için, ineğin keyfi gelip kendiliğinden kalkıncaya kadar trafik duracak, felç olacaktır. İneğin yerini Batı dünyasında ve bu konuda çoktan Batılılaşmış yaşadığımız bu ülkede top almıştır. Heykelden putlara, ineklere tapanları kınayan nice insan, kendisinin parayı, devleti, vatanı, artisti, şarkıcıyı ya da topu ve topçuyu putlaştırdığını düşünmemektedir bile. Gol mü oldu, maç mı kazanıldı, (sanki İslâm devrimi oldu, ona seviniyor bu müslümanlar diyeceğiniz şekilde) İstanbul’un önemli semtlerinde trafik saatlerce aksayacak, caddelerde hayat felç olacaktır. Bir iftar saatinde veya bayram namazı vaktinde bile caddeler o kadar sakin değildir; önemli bir maç olduğunu caddelerin ıssızlığından hemen kestirmek mümkündür (Hacı amca, sen hâlâ “en iyi müslümanlık bizim memlekette” ninnilerini söyleye dur!). Günümüzde hiçbir güç, insanları top kadar kendine çektirememekte, kendine baktıramamaktadır artık. Bir eğlence, boş zaman faâliyeti olmaktan çoktan çıkmış, küresel bir tapınmaya dönüşmüştür bu çılgınlık.
Yeni yetişen nesil ciddi konulara karşı “boş vermiş” görüntü çizebilir; ama onun da kutsalları vardır; söz popa ve topa geldiğinde görün siz delikanlıyı, tutabilene aşk olsun! Meselâ on tane ashâbın ismini sayan genç bulamazsınız ama, İtalya’daki falan takımın futbolcularının isimlerini forma numaralarıyla birlikte ezbere sayar. Dedesinin hayatını, hangi yılda öldüğünü bilmez, ama tuttuğu takımın oyuncularının hangi gün hangi kızla nerede kaç saat ne halt ettiğini, yani onun siyerini hayranlıkla anlatır. Örnekleri artistler, şarkıcılar ve futbolculardır gençlerin. Onlarla bütünleşir, konuşma ve hayal dünyasında hep onlarla yatıp kalkar. Popüler kültür budur. Gençlerin derslerde başarılı olmasını istiyorsanız, matematik, fen ve benzeri lüzumsuz dersleri kaldırın; zaten İnternetkafelerde, kahve sohbetlerinde gençlerin hiçbir işine yaramıyor bu dersler. Bunların yerine Fener oyuncularını, Galatasaray’ın Avrupa zaferlerini, Beşiktaş’ın kupalarını, Barcelano’yu, Juventus’u, Chelsea’yi, Bayern’i, Milan’ı, Anadolu kaplanlarını, futbol felsefesini, maç psikolojisini anlatan dersler koyun; bakın başarısız öğrenci kalıyor mu?
Modern gençlik, hayatı bir futbol topunun içine sığdırmaya çalışmaktadır. Oyun ve eğlenceyi en önemli, en hayatî şeyleri de oyun saymaktadır. Bu tabloda, haklarını yemeyelim; düzenin ve medyanın büyük katkısı var, övünebilirler istedikleri kadar. İnsanların acılarını geçici olarak dindirir afyon; ama kalıcı hasarları varmış, insanın geleceğini harap edermiş kimin umurunda? “Din afyondur” diyen Marx, muharref Hıristiyanlığa bakarak böyle demiş olmalı; ama futbolun şu aşamalarını görseydi, sözünü “futbol afyondur” diye değiştirmez miydi acaba? Bundan daha büyük sosyal hipnoz, uyutma operasyonu olabilir mi? On binlik beşiklerde kitleler futbol ninnisiyle nasıl uyutulmaktadır, uyumayan insan bunu rahatlıkla görür. Bütün zamanını alıp insanın enerjisini israf ettiren ve boş şeyler uğruna bu kadar paralar harcatan başka bir şey var mıdır, merak ediyorum. Kim demiş futbol 90 dakikadır diye? Günde 24 saat, haftada yedi gündür futbol. Hep onunla oturulup onunla kalkılır. Cuma, Cumartesi, Pazar maç vardır; son yorumlar yapılır, kadrolar konuşulur, hazırlıklar tamamlanır, maç heyecanla beklenir ve görev başına koşulur. Pazartesi, Salı maçlar dakika dakika tahlil edilir, oyuncular, hakem ve teknik heyetler değerlendirilir. Bu konularda gazete ve TV. nasslarından kaynaklar, deliller getirilir. Sevinçler paylaşılır, rakip takımlar ve onlarla birlikte onların taraftarı arkadaş ve akrabalar alaya alınır, hakaretler edilir veya savunmaya geçilir, üzüntüler ve stresler, suçu birilerine yıkma telâşları içinde teselliler aranır. Çarşamba kupa maçları, ya da Avrupa takımlarının maçları varsa onlar gündeme gelir. Yoksa, totolar oynanmaya başlanır, hafta sonu maçları konuşulur. Perşembe yorumlar kızışır, gazetelerdeki açıklamalar değerlendirilir, heyecanla maç beklenir. Totolar, sayısallar, iddaalar ve arkadaşlar arası iddialar kazaya bırakılmadan son anda kuyruklara girerek bu haz ve lezzetler tadılır… Futbol sevgisi, fanatiklik böyle tedavisi bulunmayan bir hastalıktır. Hayatta hiç güçlü olma fırsat ve şansına erişememiş olanlar güce ve başarıya saygı duyar, hatta taparlar ve güçlüler liginden bir takım tutarak gölge oyununa katılırlar, takımları yendiyse “biz yendik” derler, âidiyet hissiyle taraftar olma bilinci bir kimliğe dönüşür.
Kur’an ve Sünnet’ten konuyla ilgili bazı ilkeleri görelim:
İçki, kumar, put, fal ve şans oyunlarının şeytan işi birer pislik olduğunu belirttikten sonra, Kur’an, içki ve kumarın yasaklanma hikmetlerini şöyle belirtir: “Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister.” (5/Mâide, 90, 91). Bu illetler, yani düşmanlık, kin, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyma özellikleri futbol tutkunluğunda tümüyle var olduğuna göre, bu tutkunluğun hükmü de içki ve kumarın hükmü gibi olacaktır.
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? Mutlak Hâkim ve Hak olan Allah, çok yücedir. O’ndan başka ilâh/tanrı yoktur. O, kerîm arşın rabbi, sahibidir. Kim Allah ile birlikte başka bir tanrıya taparsa -ki bu hususla ilgili hiçbir delil yoktur- o kimsenin hesabı ancak Rabbinin yanındadır (cezasını O verecektir). Şurası muhakkak ki kâfirler iflâh olmaz, kurtuluşa ermez. De ki: Rabbim, bağışla ve merhamet et. Sen, merhametlilerin en hayırlısısın.” (23/Mü’minûn, 115-118)
“Üçü hâriç, müslümanın her türlü eğlencesi haramdır: Hanımıyla oynaşması, atını eğitmesi ve atış yapması.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Cihad 11; İbn Mâce, Cihad)
“Allah’a tâatten alıkoyan her eğlence bâtıldır.” (Buhârî, İsti’zân 52).
Futbol, vücudun ihtiyacı olan spor gâyesi ile yapılır ve din açısından başka sakıncalar içermezse mubah bir eğlence sayılabilir. Bu sakıncalar; futbolu spor ihtiyacından fazla oynayarak zaman nimetini ve enerji, güç ve kuvvet nimetini israf etmek şeklinde olabilir. Bilindiği gibi her çeşit israf haramdır. Yine oyun sebebiyle ibâdetleri aksatmak, dünyevî görevleri ihmal etmek, oynarken avret yerlerini tümüyle örtmemek, örtmeyen kimselere bakmak, başkasına (rakibe) zarar verecek davranışta bulunmak, çirkin sözler söylemek, futbolu bir kazanç aracı görmek gibi mahzurları varsa futbol oynamak câiz olmaz. Bugünkü şekliyle futbol, ne kadar salt spor olarak yapılabilmektedir, bunu değerlendirmek gerekir. Ayrıca, seyredenler açısından futbolun herhangi bir faydasından bahsetmek mümkün değildir. Seyreden için futbol kesinlikle bir spor değildir; insanı hareketsiz bırakan ve vücudu faydalı spordan alıkoyan bir tembelliktir. Seyredenler hele takımların yenmesinden ya da yenilmesinden fazlaca etkileniyorsa, yukarıdaki mahzurlardan biri veya birkaçı varsa, seyircinin vebali daha yüksek olur. Hele seyirciler, takım tutuyor, takımının maçlarından müteâl/aşkın bir heyecan duyuyor, ibâdettekine benzer bir zevk alıyorsa; bu, haram olmaktan çıkar, şirk kapsamına doğru yol alır. Dinin esası, bir ilah edinmeye dayanır. İlah edinme, bir şeyi aşırı sevme, bir güce gönüllü olarak ve kayıtsız şartsız şekilde boyun eğme demektir. Tuttuğu futbol takımını her şeyden önde görmenin, onun başarısını insanların İslâmlaşmasından bile önemli gibi görüp aşırı sevinmenin ve müslümanlara yapılan zulümlerden daha fazla takımının mağlûbiyetine üzülenlerin durumu, fıkhı değil; akaidi ilgilendirir.
Simon Kuper’in dediği gibi, futbol asla futbol olarak kalmamaktadır. Bugünkü haliyle bir spor olmaktan bile çoktan çıkmış, oyun içinde oyunların oynandığı nice olumsuzluklara âlet edilen ve insanın onunla değil, onun insanla oynadığı bir bumeranga dönüşmüştür. Kapitalizmin insanları tüketime yönlendirmede futbolu çok yönlü bir araç olarak kullandığını da görmemek mümkün değildir.
2001 yılında Veri Araştırma’nın verilerine göre 15 yaş ve üzerindeki yetişkinlerin yüzde 74’ü bir futbol takımının taraftarı; hiç takım tutmayanların oranı yüzde 26. Bu demektir ki, her dört Türk vatandaşından üçü, bir takım tutmakta. Üç büyük ilâhın (pardon takımın) taraftarı olmayıp sadece bir başka takımı tutanların sayısı yüzde 6. Veri-SGT araştırmasının sonuçlarından anlaşıldığına göre taraftarlık gençler, öğrenciler ve gelir düzeyi düşük kesimler arasında çok yaygın bir hastalık. Takım tutanların yüzde 13’ü kendisini fanatik olarak tanımlıyor. Fanatik olmak, takımının hiçbir maçını kaçırmamak, takımıyla birlikte deplasmana gitmek, takımının renklerinde giysiler, tişört, flama ve formalara sahip olmak, arkadaşlarıyla birleşerek dev bayraklar yaptırıp astırmak şeklinde değerlendirildiğinden, bu ankete katılanların önemli bir kesimi, maddî imkânsızlıktan dolayı fanatik olamamanın sıkıntısını yaşıyor. Takım tutanların yüzde 67’si kendilerini takım tutan taraftar olarak ifade ediyor; Yüzde yirmisi de sempatizan. Bu son gruptakiler, fırsat buldukça maç izleyenler olarak kendilerini tanıtıyor. Kadın-erkek eşitliği, giderek futbol seyirciliğine ve özellikle takım tutmaya da yansımış olsa bile; taraftarların büyük bir bölümü erkek. Bununla birlikte araştırma sonucuna göre her üç bayandan ikisi herhangi bir takımı tuttuğunu söylüyorsa da, erkeklerle karşılaştırıldığında bunun çoğunlukla “sempati” veya “pasif” düzeyde taraf tutma olduğu anlaşılıyor.
Futbol, aynı zamanda kapitalizmin çarklarını hızla döndüren bir sektör halini almıştır. Topu topu beş bin civarında profesyonel topçunun olduğu bu ülkede, transferlerde dönen paranın gerçek hesabını bilen kimse yoktur. Meşhur takımlarda yüz binlerce dolara oynayan oyuncuları bilen çocukların hayalinde hep öyle bir “kahraman” vardır. Aslında modern kölelerdir bu kahramanlar, para ile alınıp satılan, kiralanan, parayı verenin oynattığı köleler. Allah’a kul olmaktan kaçan insanlar, köle olmaya öyle can atarlar ki… Zaten topun kölesi olan kimseler, takımın da, paranın da kölesi olacaklardır. Fabrika yapmaya para bulamayan ülke, yabancı oyuncuları ithal için milyon dolarları garibanların sırtından bulmakta zorlanmaz. Bir yılda 12 milyon kişinin maç seyretmek için stadlara gittiğini düşünürsek ve bu ülkede futbolun sezonluk cirosunun bir milyar doları aştığını göz önünde bulundurursak bu sektör daha iyi anlaşılır.
Futbolla meşgul olmak, kişiyi kumara alıştırır. Futbolla uğraşanların çoğu, bir veya birkaç kumara da kendilerini kaptırırlar. Tâğutî devletler de kumarı bizzat organize eder, futbolperestlerin sırtından her hafta milyonlarca dolar kazanır. Bazı kumarları “millî” ilan eden düzen, spor toto, spor loto gibi adlarla yüz binlerce insanın parasını soymanın yollarını bularak, top severleri kumara alıştırır.
Ligler bitti, futbolsuz bir-iki ay yaşayacağız diye düşünenler, sadece transfer haberleriyle avunmadılar; şimdi de Dünya Kupası finallerinin curcunası tüm dünyayı sardı. Her dört yılda bir yapılan “Dünya Futbol Şampiyonası”nın heyecanı her genci en fazla etkileyen unsur şu günlerde. “Âhiret şampiyonası” olacak değil ya, diyebilirsiniz. Aslında, hepimiz dünya şampiyonası için müsâbakaya gelen ve yarışı ön sıralarda bitirmeye aday yarışçılarız. Hayat, anlamsız bir var oluş olmadığı gibi, ölüm de sonu hiçlik olan bir yok oluş değildir. Hayat, bir hayırlı faâliyetler alanı, ölüm ise, bu çalışmaların karşılığını bulacağı, sınav sonuçlarının ödül ve cezasının verileceği bir hayata geçiş noktasıdır. “O (öyle Yüce Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâliptir, çok bağışlayandır.” (67/Mülk, 2); “Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O halde (ey mü’minler!) festebiku’l-hayrât, siz de hayır işlerine koşun.” (2/Bakara, 148); “… Artık aralarında Allah’ın indirdiği (Kur’an) ile hükmet; sana gelen hakkı/gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik. Allah dileseydi sizleri bir tek ümmet yapardı; fakat size verdiğinde sizi deneyip imtihan etmek için (böyle yaptı). Öyleyse festebiku’l-hayrât, siz de hayırda, iyi işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır…” (5/Mâide, 48). Hangi yaşta, hangi yetenekte, hangi ırk ve cinsiyette, hangi özellikte olursak olalım, yarışı ön sıralarda bitirebiliriz. Dünya ne seçim, ne geçim, ne oyun ve eğlence, ne top ne pop dünyasıdır; dünya imtihan dünyasıdır ve buraya bir koşu için, bir yarış için, kulluk sınavında başarılı olmak için geldik.
Ne mutlu futbol ve benzeri oltalara takılmayıp kulluk bilincini canlı tutan, Allah için yaşayıp sevdiğini Allah için seven ve her şeyden çok Allah’ı sevenlere…
Ahmed Kalkan
Bravo eline yüreğine sağlık
Rabbim ayaklarımızı dini üzere sabit kılsın. Ahmet Hocamıza Rabbim rahmet eylesin, çok güzel bir müslümandı